Evrim sürecinde varlığın korunabilmesi için en önemli sorun, değişen koşullara göre bireyin kendisinin ve türünün sürekliliğini gerçekleştirecek uyumu sağlayabilmesidir. Arkeolojik antropolojik verilere göre, ilk türlerinin iki milyon yıl kadar önce evrildiğine inanılan insan soyu, bilinçli oluşunun sağladığı üstünlükle bu uyumu gerçekleştirerek varlığını sürdürebilmiş, Yerküre’nin biri birinden çok farklı iklim ve yaşama koşulları olan tüm yörelerinde yerleşim bölgeleri oluşturarak uygarlıklar kurmuştur.
Yerküre üzerinde, az sayıda olsalar da halâ ilkel yaşamlarını sürdürmekte olan insan toplulukları ile daha uygar aşamadakileri gözlemleyerek insanlığın değişik doğa koşullarına uyumunun evrelerini saptamak olanaklıdır. İnsanların yaşanan ortamın farklı koşullarına göre farklı beslenme, konaklama alanları ve koruyucu giysiler geliştirerek yaşadıkları görülmektedir. Örneğin Eskimolar tüm yaşam şekillerini çevrelerine uyum sağlayarak sürdürmekteler. Buzdan barınakları, yüksek kalorili gıdalar ve soğuktan korunmak için tüm bedenlerini koruyan giysileri, bulundukları koşullarda, varlıklarını sürdürme amacına yöneliktir. Uygarlığın sağladığı kolaylıkların eriştiği yörelerde ise eskimoların barınma ve beslenme tarzları gibi, giysilerini de değiştirdikleri gözlenmektedir. Benzer şekilde, havanın her zaman sıca olduğu iklim kuşağında yaşayanlar, güçlü gün ışığı ve sıcaktan etkilenmemek için özellikle ışığı yansıtan açık renkli ve hafif giysileri kullanmakta, bol sıvı içeren beslenme ile bulundukları koşullara uyum sağlamaktalar.
Bir diğer örnek olarak günümüzde artık ulaşılabilinir olan uzaydaki yaşam şeklinin özel barınma, beslenme ve giyim zorunluluklarını anımsamak gerekir.
İnsanların çalışma koşulları da beslenme ve giyinmelerinde etkin olmaktadır. Örneğin yeraltındaki bir maden işçisiyle, fabrikada ya da laboratuarda çalışan bir emekçi, ya da açık havada gün ışığının yakıcılığında çalışan çiftçiler farklı gıdalarla beslenip, çalışma koşullarına uygun giysiler kullanmak zorundadırlar.
Genel yaşam koşulları yönünden cinsiyet farkı, fazla bir ayırım gerektirmese de, yüzyıllardır erkek egemenliğinde yaşanan Dünya’mızda, özellikle de kadınların ekonomik güvenden yoksun olduğu topluluklarda, kadınların yaşam tarzını, erkeklerin belirlediği gelenek ve görenekler sınırlandırmaktadır.
Ülkemizde yakın zamana kadar herhangi bir sorun olmadan insanlarımız, yaşadıkları yörenin ve çalıştıkları ortamın gerektirdiği uyum içinde giysilerini seçmekte, hiç bir zorlama olmadan diledikleri gibi davranmaktaydılar.
Yaşam koşulları elvermediğinden, saç bakımının zor olduğu dönem ve yörelerde, nine ve annelerimizin kullandıkları oyalı yemeni ve yazmalar, kullananların yaşantılarını kolaylaştıran hafifliğiyle, sağlığa zarar vermeyen güzellikte olup, halâ Anadolu’muzun toplumsal bir çeşnisi olma özelliğini sürdürmektedir.
Bugün ülkemizin temel sorunları sosyo-ekonomik özgürlük ve eşitliklerin sağlanmasıyla ilgili olduğu halde, sözde siyasetçiler toplumda inanç ve duygu sömürüsü yaparak kadınlarımızın giyimi üzerinde Doğa ve fizyoloji yasalarına uymayan zorlamalarda bulunmaktalar. Çağdaş siyasetin inanç sömürüsünden arındırılması gereken günümüzde, bir takım sözde siyasetçiler, dinsel gerekçeler olduğunu öne sürerek, kadınlarımızın çoğu zaman sağlıklarına da zarar verecek tarzda giyinmeleri gerektiğini dayatmaktalar. Birçoğunun elsiz ve dilsiz kalmaları gerekeceğinden, kutsal kitapların belirlediği şekilde hırsızlarının ellerinin, yalancıların dillerinin kesilmediği, recm (taşlanarak öldürülme) cezalarının uygulanmadığı günümüzde, siyasetçilerin sadece kadınların giysileri konusunda bu kadar direnmeleri, inanç sömürüsü yoluyla oy avcılığının yeni bir yöntemi olduğu kuşkusunu uyandırmaktadır.
Saçının telleri görünen bir kadının karşı cinste uyarıcı bir etkisi olabileceği biyoloji ve insan fizyolojisi bilgileriyle bağdaşmamaktadır. Ayrıca günümüzün insanı, kadın da erkek de olsa, içgüdüleri bilincinin denetiminde olduğu sürece, toplum içindeki davranışlarını duygularıyla değil aklıyla yönlendirecek düzeye erişmiş olmalıdır. Böyle düşünmeyenler, kendileriyle birlikte tüm erkekleri kadınlara saldırmaya hazır ilkeller düzeyine indirgemektedirler.
Günümüzde Yerküre’nin tüm yörelerine ulaşan medyanın verilerine göre de, cinsel saldırganlık suçlarıyla kadınların açık ya da kapalı giyinmeleri arasında doğrudan bir ilişki bulunmamaktadır. Bugüne kadar hiç bir çıplaklar kampında, ya da plajda, cinsel saldırı bildirilmediği gibi, bu tür saldırıların kapalı yaşayan topluluklarda saptandığının günlük gazetelerimizde sıkça görülmesi, bağnaz düşüncelilerin yanıldıklarını göstermektedir.
Her bireyin, çağın gerisinde kalan, tutucu duyguların zorladığı örtünme yerine, yaşı, eğitim alanı, çalışma, ya da eğlenme ortamına uygun olarak giyinmesi en doğal özgürlük koşuludur. Bu özgürlüğün söz konusu olabilmesi için de, çocuklarımızın küçük yaşta dayatılan, “örtünülmezse cehennemde yanılacağı” korkusu ve benzeri zorlamalardan arınmış bir eğitim ve öğretimle kendileri için karar verebilme yaşına erişmeleri gerekir. Ülkemiz yönetiminin en üst düzeylerinde bulunan sorumluların eşlerinin bile örtünmeye nasıl zorlandıklarının günlük gazetelere yansıdığı toplumumuzda, giyinme özgürlüğünün olduğundan sözetmek bir anlam taşımaz.
Çağdaş bilgi ve görgü donanımıyla yetişecek kuşakların bugün sorun yaratan örtünmek ve giyinmek arasındaki seçimi en sağlıklı yöntemlerle çözeceğine inanmak ve gençlerimize dogmalardan arındırılmış bilimsel bir eğitimin olanaklarını sağlamak en çağdaş ve akılcı yol olacaktır.