İktidarın anlamı sözlüklerde, bir işi yapabilme gücünde olma diye tanımlanmaktadır. Siyaset biliminde ise iktidar, toplumlarda yönetimde olan güç anlamına gelmektedir.
Topluluklar halinde ya
şayan türlerin tümünde, bedensel güç ve yetenekleri diğerlerine göre üstün olanlar bulundukları toplumun egemeni olurlar. İlkel insan topluluklarında da en iyi avlanan ve topluluğun korunmasında en başarılı olanlar bulundukları toplumun egemeni olmuşlardır. Tarım devrimiyle yerleşik düzene geçtikten sonra toplumsal kuralların oluşması, egemen gücün de yeni nitelikler kazanmasını gerektirmiş, bedensel güç ve yeteneklerin yanında, toplumun sosyal yaşantısını düzenlemede ve bireyler arasındaki ilişkilerde kurallara uygun kararlar verebilme yeteneği deönem kazanmıştır.Geçen yüzyı
llar içinde giderek büyüyen ve gelişen insan topluluklarında egemen olanlar, varlıklarını sürdürebilmek için, kendilerinde doğa üstü güçlerin desteklediği özellikler olduğunu savlamış ve yaşadıkları toplumlara da kabul ettirmişlerdir. Örneğin, Plütarkos, “Osiris kral olunca, Mısırlılara tarım sanatını öğretti, yasalar koydu ve kendisini baş tanrı olarak belirledi “ diye yazmaktadır. Benzer şekilde, Roma İmparatorluğu’nda da Augustus kendisini, Roma’da başrahip anlamına gelen “ Pontifex Maximus” olarak kutsamış, taşra kesimlerde ise tanrı olarak ilan etmiştir. Ayrıca tüm orta çağ boyunca Batı’da imparatorlar ve krallar kendilerini, “Tanrının inayetiyle kral olan”, anlamına gelen “Rex Gratia Dei” tümcesiyle kral ilan ettirerek egemenliklerine Doğa üstü güçten destek kazandırma gereğini duymuşlardır.Toplumları
n ekonomik gelişim ve değişimlerine uygun olarak, düşünce, sanat ve bilimdeki atılımlar, Rönesans ve Aydınlanma Çağı’nın gerçekleşmesiyle sonuçlanmış, baskı makinasının sağladığı okumanın yaygınlaşması olanaklarının yanında, Kepler’in, “ Kutsal Kitap “ ta yazılı olan, insan ve Dünya merkezli evreni dışlayan buluşu, kutsal iktidarların egemenliklerinin gücünün azalmasına neden olmuştur.Kralı
n mutlak egemenliğine karşı gele ilk kazanımlar, İngiltere’de “Magna Charta” ile, 1215 yılında elde edilse de, toplumda, yasama, yürütme ve yargı erkinin birbirinden ayrılarak mutlakiyetçi iktidarların çağa uymaları gerektiği ilk olarak Montesquieu (1689-1775) tarafından belirtilmiştir. İzleyen yıllarda 1776 yılında Amerikan Kongresi’nce benimsenen “Bağımsızlık Bildirgesi” ve 1789 daki Fransız Devrimi sonunda yayımlanan “İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi” ile de, laik devlet kavramı benimsenerek insanlık, “Güçlünün iktidarı”, “Doğa üstü güçlerden destek alan iktidarlar” aşamalarından geçerek “Toplumlardan güç alan ve yasaların egemen olduğu iktidarlar” dönemine erişmiştir.Bilimsel geli
şmelerin yaşama uygulanması olara tanımlayabileceğimiz teknolojinin sağladığ olanaklar, XIX Yüzyıl’dan başlayarak, parasal gücün etkinliğinin karşı konulmaz boyutlara erişmesi sonucunu doğurmuş, toplumlarda güçler dengesi yeniden bozularak, iktidar kavramı da değişikliğe uğramıştır. Başlangıçta bir denge unsuru olabileceği sanılan emekci örgütleri, amacından saptırılarak ya da satın alınarak yozlaştırılıp etkisiz kılınmış ve sömürücü parasal güç, tüm toplumlara egemen hale gelmiştir. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra başlangıçta ulusal yapılar içinde etkinlik kazanansermaye sahipleri, yönetimlerde işbirlikçiler bulup, uluslar arası bağlantılarla, yerküre boyutunda örgütlenme olanağına kavuşarak, ulusal devletlerin yönetimlerini uluslar üstü ekonomik güçlerin yerel çıkarlarının bekçileri haline getirmişlerdir.Özellikle Sovyetler’ in çökü
şünden sonra dengeleyici karşıtlarının olmaması, uluslarüstü parasal güçlerin tüm Yerküre’de egemen olması sonucunu doğurmuştur. Artık tek amacı kâr olan sistem, ne Doğa, ne insan, ne emek, ne de yaratılan değerlerin emeğe göre paylaşımına önem vermeden, amacını uluslar üstü zorbalıkla gerçekleştirmeğe çalışmaktadır. Uluslar üstü sermaye, ulusal devletlerdeki, yasama, yürütme ve çoğu ülkede, yargı sistemlerini de etkilediği gibi, uluslar arası örgütleri de hiçe saymakta, çıkarlarını korumak, daha fazla sömürü ve kâr sağlama için, ölümcül savaş gücünü kullanmaktan çekinmemektedir. Bu koşullarda, ekonomik ve siyasal bağımlılık içinde olan ulusların yönetimleri, gerçek iktidarlar olmayıp, uluslar arası parasal güçlerin yerel çıkar ortaklarının kuklaları olmaktan başka bir nitelik taşımamaktadırlar. Yaşananları bu boyutta algılayamayıp Dünya’daki ekonomik gelişmeleri yetersiz bilgilerin dar açısından değerlendirenlerin yanılması kaçınılmazdır. Ülkemizde de yıllardır yönetimlerde, öğrenmeden bildiğini sananlar yeraldığı ve olaylar karşısında edilgen kalındığıiçin, dönem dönem ortaya çıkan benzer sorunları ve bunalımları tekrar tekrar yaşamaktayız.Dünya’ya egeme olan parasal güçlerin güdümünden kurtularak ülk sorunları
nı çözebilmek için, öncelikle “Halk kitlelerini bilinçlendirmek, siyasal partileri çıkar ortaklığı kurumlar olmaktan kurtararak, sosyo-ekonomik programlar uygulamak amacında olan siyasal kuruluşlar haline getirmek ve çağdaş seçim yasaları düzenleyerek yansız uygulamak” ilk koşullardır. Bunlar gerçekleştirilmeden bir toplumda ne demokrasi, ne de dış güçlerin güdümünden arınmış ekonomi programları uygulanabilir.Özet olarak, sorunları
çözebilmenin ilk koşulu, onları, gerçek boyutları ve tüm ilintileriyle kavrayabilmektir. Bu yetenekten yoksun olanlar, yönetime gelseler de, gerçek anlamd iktidar olamazlar ve parasal güçlerin figüranları olmaktan öteye bir işlev göremez, yakın geçmişimizde yaşananlara benzer olarak, gelişen olayların akışında sürüklendikleri sondan kurtulamazlar.